Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

29 Ağustos 2014 Cuma

AMBULANS SESİ VE HAYATTA KALAN ONİKİ

Soma'ya Bir Köprü Güncelerinden...

İnsana yapışan bir sıcak vardı bugün. Keyifli bir etkinliği daha bitirmiş. Konukları yolcu etmiş. Kaymakamlıkta ki resmi işleri de  tamamlamıştım. Üstü çardakla kaplı sokakta Alim Beyi bekliyordum dönüş için. Elimi yüzümü yıkayıp oturduğum yere döndüğümde sandalyelerin dolmuş olduğunu gördüm. Ortadaki masada iki genç arkadaş oturuyorlardı. Selamlaşıp boş sandalyeyi gösterip “Oturabilir miyim?” dedim. “Lütfen” diyerek davet ettiler.”Merhaba” diyerek oturdum masaya. Nasılsınız sorularına teşekkür ederek siz nasılsınızla başlayan bir sohbet başladı.  Psikososyal Destek Merkezindeki gönüllülerden sandığımdan “Siz de yeni gelen ekipten misiniz? diye sordum. Önce anlamadılar. Psiko-Sosyal Destek Merkezini işaret edince “Yok biz termik santralde çalışıyoruz. İşten çıktık burada bir çay içelim dedik” dedi uzun boylu olan. "Siz?" diye sorunca ”Yok sadece haftada bir gün geliyoruz, çocuklarla etkinlik yapıyoruz destek olmak için” dedim. Uzun boylu olan “ Nasıl durumları? Çocuklar unuturlar mı?” diye sordu.”Unutmayacaklar, biz de unutmayacağız bir yanımız hep hatırlayacak, belki hayatı normalleştirme çabası bizim ki, ama asıl üst katta psikologlarla yaşadıklarıyla baş etmeleri konusunda çalışıyorlar .”

Daha kısa boylu mavi kareli gömlekli olan. “Valla unutulmaz , biz hala her ambulans sesi duyduğumuzda titriyoruz” dedi. “Evet ya hala kötü oluyorum her ambulans sesinde” diyerek sigarasından aldığı nefesi yukarıya doğru usulca bıraktı uzun boylu olan başını iki yana sallayarak.

Birden sanki içimden bir şey boşaldı… Hani bir sandığın kutusu açılır ya işte öyle… Ambulans sesi… 12 Kasım 1999 gecesine alıp götürdü beni…  Heyelanın olduğu bölgede yakalanmıştık depreme, resmi araçtaydık. Koru Motel' de eğitimde olan ekip arkadaşlarımız vardı. Onları almaya gidiyorduk. Önce araç savruldu. Ben Sakarya’daki teyzemle telefonla konuşuyordum. Bir gün önce 5.7 yle sallandığımızda aramıştım Kocaeli’ndeki görev yerimden. “Ay ay ay” sesini duymuştum sadece ve telefonlar kesilmişti. Bir daha da ulaşamamıştım. Ulaşınca da uzadı konuşma, Önce arabayı kullanan arkadaşım şaka yapıyor sandım, telefonu bırakıp ona “Ne yapıyorsun?” diye döndüğümde onun soğukkanlılıkla direksiyona hakim olmaya çalıştığını gördüm “Sakin ol,deprem oluyor” dedi. Önümüzdeki asfaltın s harfi çizerek yürüdüğünü gördüm birden. Araba yandaki uçuruma doğru döndü önce, farlar ortada duran beton yol işaretlerini aydınlattı sapsarı, sonra tekrar önümüzü gösterdi. Sarsıntılar devam ederken yolun sağına zor bela yanaştık. Önümüzde iki araç daha vardı. Aynı şeyi yaptılar. Aracı kullanan arkadaşım onları da uyardı, burası heyelan bölgesiydi yavaş yavaş hareket ettik. İçimiz dışımız sessizliğe bürünmüştü. Biliyorduk ki ikimizinde aklı Koru Motel’deki altmış civarındaki arkadaşımızdaydı. Neyle karşılaşacağımızı bilemeden hiç konuşmadan otele vardığımızda otel binası sağlam bir şekilde yerinde duruyordu, eğitimden çıkıp yemek için hazırlanmak üzere odalarına dağıldıkları sırada olmuştu deprem. İzmir’den bir arkadaşımı gördüm birden bahçeye toplanmış kalabalığın içinde.Birbirimize sarıldık can havliyle… Gözyaşları içinde. Genç bir otel çalışanı vardı yalınayak fırlamıştı. Beyaz önlüğünü çıkarmış yere sermişti, ayakları çıplak bir başka arkadaşı soğuktan üşümesin diye. Fotoğraf karesi olarak hala net bir biçimde anımsıyorum o donmuş kalabalığı. Farklı şehirlerden gelen sosyal hizmet çalışanları sokak çocukları ile ilgili bir eğitimdeydiler. Ertesi sabah ayrılıp geldikleri şehre döneceklerdi. İki arkadaşımız Kocaeli’nde görevliydi. UNİCEF yetkilileri birilerine ulaşmaya çalışıyordu… Bizim yapabileceğimiz bir şey yoktu. Görev yaptığımız yere dönmemiz gerekiyordu. İki arkadaşımızı aldık ve dönüş yoluna koyulduğumuzda depreme yakalandığımız bölgede yolun çökmüş olduğunu öğrendik. Yol kapalıydı. Siren sesleri geliyordu uzaktan. Resmi araç olduğumuz için orman yolundan geçiş izni verdiler. Çukurlarla dolu toprak bir yoldan Kaynaşlı’ya ulaştığımızda o yolda belimde disk kaydığını ertesi gün çadırkentte araca binemeyecek şekilde kilitlenip kaldığımda anlayacaktım.

Kaynaşlı’ya ulaştığımızda ilk gördüğümüz yol ortasını kesip geçen fay hattının üstünde ters dönmüş koca bir TIR oldu. Beni çarpan ikinci şey ise giderken alışveriş için durduğumuz benzin istasyonu binasının çökmüş olmasıydı. O binadan ayrıldıktan beş on dakika kadar sonra olmuştu deprem. Yer yer yangınlar vardı. Yol boyu dizi dizi ambulans, itfaiye aracı doluydu. Arama kurtarma ekipleri hemen harekete geçmişti. O gece gördüğüm ambulans sayısını anımsamıyorum. Yanıp sönen kırmızı mavi lambalardan hızla akan bir konvoydular yer yer. Siren sesleri kesintisizdi. Her siren sesi kurtarılan bir can demekti. Umut var demekti… O yanıp sönen mavi kırmızı ışıklar hayata taşıyordu içindeki canı.

O geceden beridir her ambulans sesi duyduğumda içimde bir umut ışığı yanar. Hayata koşan bir can vardır ve o canlara nefes olan birileri…

İçimdeki dalgalanmayı durdurduğumda yeniden bulunduğum sokağa döndüm. İki arkadaş maden kazası gecesini anlatıyorlardı, hala ambulans sesiydi paylaştıkları. “Bazen uykumda duyuyorum hala” dedi uzun boylu olanı. Ambulans sesinin ben de 12 Kasım depremi gecesinden sonra taşıdığı anlamı paylaştım onlarla bana çağrıştırdıklarını anlatmadan. Uzun boylu olanı “Orada mıydınız?” dedi ilgiyle sandalyesinden bana doğru eğilerek. 17 Ağustos’ta Gölcük’te askermiş, 12 Kasım'ı da İmralı da yaşamış. “Burada da bunu yaşadık” dedi… Mavi kareli gömlekli olana döndü “Anlatsana” dedi."İki ay önce hani burada deprem olmuştu". “Unutulmuyor demek ki” dedi arkadaşı ve deprem anında arkadaşının nasıl paniklediğini anlatmaya başladı. “Psikolojimiz iyice bozuldu, çalıştığımız santralde özelleştiriliyor şimdi” dedi… Psiko-sosyal Destek Merkezine neden başvurmadıklarını sordum. Mesaileri varmış. Uzun boylu olanı “Haftasonu çalışıyorlar mı?” diye sordu. Yukarıya çıkıp başvurabileceklerini eminim uygun bir zaman ayarlaması yapılabileceğini söyledim.

Alim bey gelmemişti henüz, otobüsü kaçırmayayım bari diyerek aradım. Telefon konuşmamı duyunca, “Burada eviniz var unutmayın” dedi uzun boylu olanı, "Bizim misafirimiz olun. Eşim ve iki çocuğumla burada yaşıyorum ben, arkadaşım Manisa’dan gelip gidiyor. Biz sizi konuk edelim lütfen” dedi. Zaten boğazıma inen yumruk tıkamıştı beni, hem geçmişten çıkıp gelen anılar hem de o acı deneyimlerin bana kazandırdığı güzel insanlar ve hala umut edebileceğimi anımsatan, bana evlerini, yüreklerini açan o güzel yürekli insanlar…

İçin için bir ağlama isteği kabarıyordu… Sıcak ve yorgunluğun üstüne …Bir çay içimi süresine bir hayat sığdırmıştık. Alim bey indiğinde “Hoşçakalın.Yukarıdan randevu alın lütfen” diyerek vedalaştık. “Burada eviniz var unutmayın” dedi yine uzun boylu olan… Ne çok evim oldu benim böyle…

Dönüş yolunda zihnimi kapattım içimden taşıp gelenlere… Ekip arkadaşlarıma gün içinde yaşadığım komiklikleri yazıp durdum İzmir’e kadar… Ama işte gecenin üç buçuğunda kapatmayı unuttuğum telefon seslerinden biriyle uyandığımda saat 03.17 ydi…Gözlerim yaş içinde zihnimde iki kelime…"Ambulans sesi…" İçimde ne varsa döküldü gece yarısı aktı aktı…Ben neyin aktığını bilemesem de içim biliyordu…

Yıllar önce travma eğitimini aldığımız Ilgaz Dağı'nın karlar içindeki bembeyaz bir gecesinde içimi temizleyen o ilk günü…Bana danışmanlık veren Robert’in gülen yüzünü ve bana söylediklerini anımsadım…17 Ağustos gecesi yakınlarımı aradığım Sakarya sokaklarını, travma çalışmasında resimlediğim sallanan perdeleri… Sarı renkli araba farlarının aydınlattığı beton duvarları, kırmızı mavi renkleri…17 Ağustos gecesinden, eğitimin ilk gecesine beni uyutmayan her şeyin, nasıl sakinlediğini ve hiçbir ilacın beni uyutmadığı o dönemde ilaçsız, kesintisiz 12 saat nasıl uyuduğumu…

Hayata bakış açımı değiştiren beni afet gönüllüsü yapan o günlerin, beni aslında hep umuda taşıdığını, yıkıntıların içinde çiçek açtırabilmenin inancını içime yerleştirdiğini duyumsadım…

Kütüphanemde duran UNİCEF baskısı bir kitabın geniş sırtında yazan “Hayatta Kalan Oniki” kelimelerinin içini dolduran hayatta kalanı yaşatmak için çabalamanın aslında kendimizi de yaşatmak olduğunu, hayatın içinde umuda tutunmanın insanı diri kıldığını anımsadım…

Üstümüze karabulut gibi çöken bugünlerde yine umuda, çocuğa sarılmak… Her ambulans sesinde umut var diyebilmek… Dünya gezegeninde nerede olursak olalım bu sesi hep bir şekilde duyacağımızı bilerek, kırmızının can yakıcılığı kadar mavinin serinleticiliğini taşıyan renklerindeki dualiteyi görerek elinden gelenin en iyisini yapabilmek…

Saat: 05.16
29 Ağustos 2014/İzmir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder